Ulusal Rekabet Gücü Üzerine Düşünceler
“Competetive Advantage of Nations” Michael Porter’ın ülkelerin rekabet avantajı üzerine 25 yıl önce yazdığı stratejik yönetim ile uluslararası ekonominin bağlantısını kuran çok önemli bir çalışma. Kitabın sorduğu ve cevaplamaya çalıştığı soru neden bazı ekonomik kurumlar, sosyal gruplar, ülkeler diğerlerinden daha gelişmiş ve refah düzeyleri daha yüksek?
Aslında bu soruya ilk kez cevap arayan Porter değil. Aynı soru Adam Smith’in Ulusların Zenginliği (Wealth of Nations) kitabında bundan 239 yıl önce 1776 yılında ana tema olarak işleniyordu. Porter’ın bu kitaptan önce Rekabet Stratejisinin ve Rekabet Avantajının ne olduğunu anlatan iki monografisi daha var.
Porter özetle 4 değişkenin şirketlerin uluslararası arenada rekabet gücünü belirlediğini söylüyor. Bunun da 2 ana temel üzerinde yükseldiğini belirtiyor:
-
Temel Faktörler ( Doğal kaynaklar,iklim,lokasyon,demografi)
-
Gelişmişlik faktörü (Ulaşım altyapısı, becerikli işgüçü)
Son tahlilde makroekonomik faktörler ne olursa olsun, mikroekonomik faktörlerin rekabet gücünün özü olduğu yargısına ulaşıyor.
Günümüzde de ülkelerin/ulusların rekabet gücü sıklıkla tartışılıyor ve ülkelerin uluslararası rekabet güçlerini gösterir indeksler “Dünya Rekabet Yıllığı” adı altında “Uluslararası Yönetim ve Geliştirme Enstitüsü (IMD-International Institute for Management Development) ve Dünya Ekonomik Forumu (WEF-World Economic Forum) gibi kurumlar tarafından yayınlanıyor.
IMD kuruluşlarının endeksleri alındığında 60 ülkenin rekabet gücünün 4 ana kriter;
-
Ülkenin ekonomik durumu
-
Yönetim etkinliği
-
İş etkinliği
-
Teknolojik, bilimsel, eğitime ilişkin altyapı
20 alt faktör ve toplamda ise 331 kritere bağlı olarak değerlendirildiğini görüyoruz.
Bu endekste Türkiye 2014 yılında 40, 2013 yılında 37, 2012 yılında 38. sırada yer alıyor. Türkiye’nin 1997 yılında 35. sırada yer aldığını düşünürsek, geçen 18 yılda rekabet gücü yerinde bile sayamamış, gerilemiş gözüküyor. Bu yazının konusu Türkiye’nin rekabet gücünde neden aşama kaydedemediği değil çünkü bu konuda hemen herkesin bir fikri var. Ancak başarılı olanların bunu nasıl yaptığına bakmak, -fırsat bulursak –esinlenmek adına bu örnek işe yarayabilir.
Mikro ölçekte firmalar rekabet avantajlarını sorgularken rakip analizi yaparak, rakiplerin kendilerinden neyi daha iyi yaptığıyla yüzleşerek, stratejilerini kalibre ediyor. Aynı yaklaşım ulusal ekonomiler için de kuşkusuz geçerli.
Türkiye’nin en çok ticaret yaptığı ülkelerin başında gelen ve son finansal krizde bütün Avrupa dağılma noktasına gelmişken adeta bir istikrar abidesi gibi duran ve sürekli rekabet gücünü artıran bir ülke var; “Almanya”.
Almanya rekabet gücünü sürekli geliştiriyor. Aynı zamanda son ekonomik krize rağmen işsizlik rakamlarında Avrupa’nın en düşük oranlarına sahip. O halde Alman ekonomik modelinin başarısına yakından bakmak gerekiyor.
Almanya’nın ekonomik modeli birçok açıdan cazip bir model. Bu modeli uygulamaya hevesli pek çok ülke/politikacı var. Hatta Sarkozy bile Alman ekonomik modelinin “Fransa”daki en ateşli savunucularından biriydi.
Alman ekonomisi ihracata dayalı bir ekonomi gibi görünse de aslında ihracattan ziyade üretime dayanan bir ekonomi.
Avrupa’nın büyük bölümü “Euro”yu korumak için dayattığı kemer sıkma politikaları nedeniyle Almanya’dan deyim yerindeyse nefret ediyor. Ancak Avrupa Merkez Bankası, Euro’yu Frankfurt’tan yönetiyor.
Gazeteci Dirk Heilman’ın yazdığı “Fat Years- Why Germany has a brilliant future?” adlı kitabında 2030 yılında kişi başına düşen milli gelir açısından Almanya’nın dünyanın en zengin ülkesi olacağını iddia ediyor.
Hâlbuki 20 yıl öncesine kadar Almanya ekonomik açıdan kırılgan bir ülkeydi. 1990 yılında utanç duvarının yıkılması ile gelen birleşme, Almanya için 2. Dünya Savaşından sonra gelen en büyük ekonomik duraklamaya sebep olmuştu. 500.000 kişilik istihdam kaybolmuş, Alman markı yükselen Japonya ve Asya’nın tehdidi altındaydı.
Peki, nasıl oldu da, Almanya kısa bir sürede “Doğu Almanya” gibi büyük bir parçayı sindirdiği gibi, sürekli rekabet gücünü artırmaya başladı.
Bunu anlamak için Bismarck dönemine kadar gitmek gerekiyor. 1875 yılında Bismarck tüm Almanya’yı birleştirip tek bir yönetim altında topladığında 23 yıllık bir ekonomik krizin sancıları yaşanıyordu.
Alman ekonomisinin kronik krizi çözüm süreci, sermaye, devlet, işgücü arasındaki ilişkilerin yeni bir bakış açısıyla ele alınmasıyla bu tarihte başladı.
1884 yılında Kurumsal Yönetimin başlangıcı olan ve “Vorstand” adı verilen bir nevi teftiş kuruluna hesap verebilirlik getirildi. Bu kurulun üyeleri arasında bankacılar ve bilim insanları yer aldı.
1880 yılında mesleki eğitim sistemi kuruldu, makine ve kimya üreticilerine vasıflı elemanlar buradan yetiştirilmeye başlandı. Refah devletinin yapılandırılması sağlık, sigorta sisteminin çalışması için işçi ve işverenin işbirliği gerekiyordu bu da iş konseylerinin kurulmasını sağladı. Bundan yüzyıl sonra işçi temsilcilerinin büyük firmaların “Vorstand”ında yer alması zorunlu hale getirildi.
‘’Koordine edilmiş piyasa ekonomisi’’ diye adlandırılan bu model karşılıklı güveni geliştirdiği için diktatörlüğe, savaşlara ve globalleşmeye rağmen ayakta kalmayı başardı.
Biefeld Üniversitesi Ekonomi Tarihi Başkanı Prof. Dr. Werner Abelshauser’a göre bu sistem güveni ödüllendiriyor. Güven ve koordinasyon olgusu Almanya’nın beylik ve palatinliklerinin(*) tarihi geçmişinden gelen kültürel ve yerel bir kod.
Alman eyalet ve beylik sistemi daha 1678 yılında yerel sanayi işletmelerinin kurulmasını destekleyecek ve teşvik edecek kurallarla yönetilmekteydi. Öyle ki, 1678 yılında Bradenburg eyaletinin başı Frederick William Biefeld yerel tekstil ürünlerine “kalite sertifikası” vererek burayı imparatorluğun tekstil merkezi haline getirmiştir.
Westphalia kırsalında faaliyet gösteren Beckhoff Automation şirketi Avrupa Merkez Bankasının tüm ışıklandırma ve havalandırma sistemini yönetiyor. Dünyaca ünlü Milano’daki La Scala’nın perdesi ve tüm ışıklandırma sistemi yine bu firmaya emanet. Süper mega yatların ışıklandırması ve Las Vegas’taki otellerin önünde yer alan havuzlardaki büyüleyici ışık oyunları da bu şirketin yaptığı işlerden sadece birkaç tanesi.
Ancak Beckhoff firması dünyanın her tarafına iş yapmasına rağmen gölgede kalmayı tercih eden bir aile şirketi, Almanya’nın ihracat alanında gizli kalmış binlerce kahramanından biri. Üretiminin büyük bir bölümünü de yüksek ücretli ve çok sıkı kurallarla yönetilen Almanya’da gerçekleştiriyor.
Almanya’da Beckhoff gibi aklımıza dahi gelmeyecek alanlarda iş yapan çok sayıda küçük ve orta ölçekli aile şirketi var ve hepsi inanılmaz derecede rekabetçi. Bu firmaların ortak özellikleri rekabetçi olmaları ve küresel piyasanın aktörleri olmalarına rağmen iş kültürleri söz konusu olduğunda yerel köklerine sıkı sıkıya bağlı kalmaları.
Biefeld’in ve bölgenin en büyük bankası Sparkasse’nin yöneticisi Dieter Brand “1825 yılından beri faaliyetteyiz, o günden bu yana hep aynı prensiplerle iş yaptık” diyor.
Almanya yaptığı yeni reformlarla modelini geliştiriyor olsa da modelin iskeleti çok eskilere dayanıyor.
İngiltere ve İspanya, Almanya gibi kendi Mittelstand (Alman KOBİ) sistemini taklit etmek istiyor.
İspanyol eğitim bakanı Almanya’nın mesleki ve temel eğitimin eş zamanlı yürütüldüğü öğrencilere okurken çalışma imkânı sağlayan “ikili eğitim” sistemini uygulamaya çalışıyor.
Bunun yanı sıra Almanya modelini başarılı kılan çok sayıda küçük kasabası var. Bu kasabaların hemen hepsinde kendi alanında başarılı olmuş bir Alman şirketi var. 113 yıllık mutfak ekipmanları üretim geçmişi olan Miele firması da Beckhoff firmasının yakınlarında yer almakta. İki firmanın da sahip/yöneticileri global bazda rekabet eden modern kişilikler olmalarına ve daha yüksek borç-özsermaye oranının da şirketin değerini artırdığını bilmelerine rağmen hala borç kavramına karşılar. Yatırımlar için gerekli finansman kaynağını kendileri karşılıyorlar.
Alman ‘’Mittelstand‘’ firmaları kısa vadeli finansal hırslardan ziyade kabul edilebilir mütevazı ve sağlıklı bir yaşam sürmeyi yazılı olmayan kural haline getiriyorlar.
Alman lise öğrencilerinin büyük çoğunluğu ikili eğitim sistemine devam ediyor, bir yandan diş teknisyenliği okuyan bir öğrenci öte yandan normal liseye devam ediyor.
Bu kursların çoğu sendikalar ya da işçi federasyonları tarafından veriliyor. Eyalet yerel yönetimler çıraklık okullarına destek veriyor. Ticaret ve sanayi odaları bu eğitimleri destekliyor. Küçük kasabaların her birinde kendi alanında dünyaya açılmış niş ürün üreten birçok firma var. Mittelstand şirketlerin çoğu birer oligopolist*, rakiplerinin sayısı birkaç taneyi geçmiyor.
Almanya’nın bugünkü başarısının sırrı yukarıda örneklediğim gibi neredeyse 300 yıl önce başlamış olan kümeleşme hamlesi. Avrupa Kümeleşme Komitesinin uzmanlık ve lokasyon açısından en yenilikçi 100 kümeleşme bölgesinin içinde 30 kümenin Almanya’ya ait olması bunun açık kanıtı.
Alman firmaları Private Equity, Hedge Funds, girişimci sermayesi, gibi finansal sektörün farklı uygulamalarından yararlanarak ve bunlarla sürekli etkileşim içinde çalışarak, Amerikan finans ve yönetim modellerinin de başarısını içselleştiriyor ve bu teknikleri kendi yönetim kültürüyle harmanlamış gözüküyorlar.
Geçmişin sağlam mirasını bugünlere taşırken, diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak ihtiyaç anında, politik sonuçlarına bakmadan, günün ekonomik realitesine uygun çözümler de üretebilen bir yönetim anlayışı da bu gelişimi destekliyor.
Bunun en güzel örneği, 2000’lerin başında büyüme çok yavaş ve işsizlik rakamları iki haneli iken, şansölye Gerhard Schröder’in başlattığı reform. Schröder’in yaptığı emek piyasası reformları işsizlik desteklerini azalttı ve geçici işleri serbest bıraktı. Reformlara devam eden Merkel 2005 yılında başa geçtiğinde emeklilik yaşını 65’ten 67’ye çekti ve eyalet ya da federal devletlerin yapısal bütçe açıklarını neredeyse sıfıra indirdi.
Dokunulmaz olduğu düşünülen sosyal yardımlar kesildi. Gelir eşitsizliği arttı ama istihdam da arttı. Alman sanayisinin ardındaki ana işgücü bundan doğrudan etkilenmedi. Ancak düşük-ücretli, güvencesiz işler hizmet maliyetlerini baskıladı ve bu nedenle fabrika işçileri düşük maaşları daha kolay kabullenir oldu. Oysa Avrupa’nın diğer ülkelerinde bu reformların hiçbiri güçlü sendikalar ve oy kaygıları ile bu kadar kısa sürede hayata geçirilemedi.
Almanya ekonomik performansıyla Porter’ın teorisinin özü olan mikroekonomik faktörlerin rekabet gücünün temeli olduğunu tüm dünyaya gösteriyor. Aşağıda verilen haritalarda gösterilen bölgesel kümelenme ve iş kollarına göz atıldığında yukarıda söylenenlerin özeti de bir bakışta ortaya çıkıyor.
Almanya modelinin kolay taklit edilebilir bir model olmadığı kuşkusuz ama kalibrasyon için işe yarayabilir örnekler sunduğu da açık.